Aslında bugünkü yazımda hiç bahsetmeyi düşünmediğim bir konu olmasına rağmen(çünkü maalesef tüm ümidini kaybedenlerdenim) yine de tutamadım kendimi.
Siz gazeteyi okurken jersey netleşmiş olacak ancak muhtemel tablo hakkında söylemek istediğim birkaç şey var izninizle.
Evet, Türkiye’de, cumhuriyet tarihinde bir ilk gerçekleşiyor pazar günü. Tarihe yazılacak bu günün içinde yer almamak konusu benim için epey önceden belliydi malum kilometrelerce uzaktayım.
Ancak gezi olayları sırasında, sabaha kadar uyuyamadığımda hep düşündüğüm şey bu hareketin içinde yer almamayı ne kendime ne de ileride çocuklarıma açıklayamayacağımdı. Ve tüm yaşananları takip etmeyi, caba sarf etmeyi, bir şeylerin değişeceğine inanmayı bir Türk genci olarak kendime görev addetmiştim.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise (malum 30 Mart sonrası tüm inançlarımız büyük ölçüde yıkıldı) bu tarihe yazılacak olaya iştirak etmemekle ilgili ne kadar vicdani üzüntü duysam da ben artık Türkiye’de bir şeylerin gerçekten değişebileceğine inanmıyorum.
Simdi diyeceksiniz ki bir oy bir oydur. Bende dedim ayni şeyi 30 Martta tanıdığım tanımadığım herkese.
Sonuçta ne oldu?
Hayatını durdurup oy vermeye giden herkes (ki tarih itibariyle oy kullanmam neredeyse mümkün değilken) kesilen elektriklere, çalınan pusulalara, günlerce soluksuz takiple düzeltilmeye çalışılan hilelere rağmen değişmeyen sonuçlarla yüzleşti.
Simdi diyeceksiniz ki tam da böyle olmasını istiyorlar zaten.
Evet, belki de bizi bezdirmeyi, oy kullanmaktan vazgeçmemizi istiyorlar(ki ben buna da inanmıyorum onlara göre hiçbir önemi olduğunu sanmıyorum çünkü zaten sonuç değişmiyor her zaman bir yolunu buluyorlar) psikolojik savaş yaratıyorlar. Muhtemelen haklısınız bu da kullandıkları yollardan biri sadece ve tüm kusursuz stratejiler gibi etkili.
Ancak görülmesi gereken çok daha acı bir tablo var.
Secimi kazanması muhtemel tarafın bu noktaya gelmek için çalışmaları 2002den çok çok daha öncesini kapsıyor.
Maalesef Türkiye’de cumhuriyetin kurulmasından bu yana var olan gerici hareket, kafalarına vurula vurula yer altına sokulduğundan beri gün sayıyordu zirveye çıkmak için. 2002 bunun başlangıcı oldu sadece.
Üstelik tüm dünyada soğuk savaş döneminden bu yana yürütülen politikanın içinde yer alan bir projeydi Ortadoğu hakimiyeti. Bundan yıllar önce bir hocam Ortadoğu siyasi tarihi dersini islerken sunu söylemişti” dünyadaki her milletin zayıf yanı vardır. Kolay kandırılabilir, ikna edilebilir ve yönlendirilebilir. Bu zayıflık Avrupa devletlerinde milliyetçilik, Ortadoğu’ da ise dindir. Yüzyıllardır dünyada hüküm suren çeşitli güçler, bu toplumlara hükmetmenin yolunu biliyorlardı. Bu nedenledir ki bir ülkeyi ele geçirmek için yapılması gereken eski roma usulü böl-parçala-yönet siyasetini zayıf olduğu konuda uygulamaktır.”
Türkiye din ile sömürülmeye her zaman müsaitti. Başka bir desteğe ihtiyaç vardı. Ancak milliyetçilik ile bölünmesi çok kolay değildi çünkü Atatürk öğretilerini bilinçaltına kazımış bir millet irk ayrımını aklından bile geçirmezdi.
İlk olarak terörle başladılar irk ayrımının zeminini hazırlamaya ve ardından din ile kafası karıştırılmış narkoz etkisine alınmış millet hazır olunca, nefret söylemleriyle ektiler ırkçılığı hepimizin içine.
O söylemler öyle noktalara geldi ki artık aşağılanmamış bir topluluk, azınlık ve hatta çoğunluk kalmadı. Ama diğer taraftan öyle güzel örgütlendiler ki kendi içlerinde(bir nevi misyonerlik faaliyetiydi bence bu) tüm nefret söylemlerine rağmen kimse çıkıp da soramadı, arkadaş sen ne diyorsun, kimi kime düşman ediyorsun? diye.
Çünkü bunu söylemesi gereken kesim hayal bile edemeyeceği görkemli yeni hayatından vazgeçmek istemedi. Ortada bulunan kesim ise biraz belki benim de hayatim değişir diye yada belki aman bana ne? Bana bir zararı yok diyerek umursamadığı için ses çıkarmadı.
Ses çıkaranın kafasına vurmak zaten devlet geleneği haline geldi.
Okumaya ve kendini geliştirmeye ihtiyaç duymayan cahil kesim ise zaten narkoz etkisinde.
Hal böyle olunca tüm dünya üzerinde kurgulanan siyasi, ekonomik ve kültürel globalleşme politikasının en önemli ayağını oluşturan Büyük Ortadoğu Projesi emin adımlarla ilerlemeye devam ediyor.
Afganistan, Irak saldırıya uğradığı yıllarda çıkıp bas bas bağıran, bugün onlara yarın bize, bu politikaya dur demek lazım diyenlere ya bırak komplo teorilerini bizim başbakanımız bu projenin es başkanı oldu, kalkıp kendi ülkesini mi satacak demişlerdi.
Simdi bunu gözlerimizle görmek sadece bir an meselesi.
İste bu sebeplerden ötürüdür ki ben artık seçimlere, Türkiye’de bir şeylerin değişeceğine, en azından bunun halkın iradesiyle mümkün olabileceğine inanmıyorum.
Umarım ben yanılıyorumdur.
Umarım pazartesi günü utançtan yerin dibine girerim.
Ve umarım tarihi bir olayda yer almamak hayatimin en büyük utanç kaynağı olur.
Umarım yeni bir gün başlar ülkem için…
Yorumlar kapalı.