Küçük bir çocuk yere düşer. Canı acır ve ağlamaya başlar.
Ebeveyni yanına gider ve bir şey yok kalk tamam geçti der.
İşte tam o an içsel çatışmayla tanıştığı an olur çocuğun.
Bir tarafta gerçekte hissettiği korku ve acı hissi, diğer tarafta hayatındaki en önemli insanın ‘bir şey yok’ cümlesi.
Anlayamadığı bir an.
Canım acıyor, bir şey yok mu? Canımın acıması önemsiz mi? Aslında acımıyor ama ben mi abartıyorum?
Sonra bu çocuğun yetişkinlik hayatı da acısını önemsiz görmek, göstermemek ve hatta abarttığı için kendini suçlamakla geçiyor.
Kısa bir süre önce, bir eğitimde eğitmen anlattı bunları. Aklımda kaldığı şekliyle yazdım. Bugün yaşadığımız sorunların temelini ilk yıllarımızda aramak boşuna değil.
Hepimiz, başkalarınca önemsiz olan ama bizim için önemli duygularımızı, bastırmak ve göstermemek üzere yaşıyoruz.
Hatta o kadar ki bazen duyguyla temasımız bile olamıyor. Oysa her duygunun içimizden akıp gitmesine izin vermedikçe, ona yol açmadıkça bir yerlerimizde tıkanmaya başlıyor.
Zamanla tıkanan yerde birikmeler ve tam oradan patlamalar yaşıyoruz.
Bu patlamalar bazen psikolojik bazen de fizyolojik oluyor maalesef.
Oysa ağlamak sağlıklı. Ağlamak şifa. Acının, korkunun, kaybın ardından ağlamak yas sürecini tamamlamayı sağlıyor.
Sevdiğimiz bir şeyden(illa insan olmak zorunda değil) ayrılmak bizi üzer.
Üzüntüyü yaşamak, yas tutmak sağlığımız için önemlidir.
Biz yas tutarken birinin bunu önemsizleştirmesi ve hatta dalga geçmesi, çocuklukta başlayan içsel çatışmamızı tetikler.
Öfke duymaya başlarız. Üstelik neye ve kime öfke duyduğumuzu ayırt edemeden. İçimizdeki yası görmeden öfkeyi anlamlandırmak, duyguları sakinleştirmek zordur.
Bastırmak ya da görmezden gelmek sorunu çözmez.
Sorunu çözecek olan öfkenin altındaki suçluluk duygusuna ve mümkünse altında hangi yasın tutulamadığına bakmaktır.
Bir kez yüzleşirsek tıkanan yer kendiliğinden akmaya başlar. Sadece açıkça bakmaya ve görmeye ihtiyacımız var.