Bu eski komşularımızdan olan ve 2011 yılı ağustos ayında kaybettiğimiz Bakkal Şükrü Sığın (Halk Bankası’ndan emekli İbrahim Sığın’ın babası) amcamın kırmızı renkli öküz arabasıyla 1950’li yıllarda Karacaahmet köyüne Hıdrellez kutlamaları için gitmiştik.
Bir asırlık ömrüne rağmen gayet sağlıklı olan Şükrü Amca’mı 7 Mayıs 2010 Cuma günü ziyaret ettiğimde 50-55 yıl öncesi birlikte kutladığımız Hıdrellez Şenlikleriyle ilgili anılarımızı paylaştık. O günlere ait olan bir anımı anlatmaya başladım kendisine:
– Şükrü Amca! Daha dün diyoruz ama yarım asrı geçmiş bile. Annemin akşamdan hazırlayıp kastırada pişirdiği pırasalı Arnavut böreğinden göz hakkımı almak için, kasap kedisi gibi ayaklarının altında dolaşıp, tadına bakmak benim ilk işim olmuştu. Belli ki komşularımızda bizler gibi akşamdan hazırlanıp, sabahın erken saatlerinde ellerindeki yiyecek çıkınlarıyla kapılarının önüne çıkıyorlardı. Ben ise sizin kırmızı renkli öküz arabasıyla seyahat etmenin sevincini yaşıyor, çığlık atmamak için de yerimde duramıyordum.
Annemler de sizin arabaya önce eşyalarını yerleştirdiler sonrada kendileri bindiler. Ben de arabanın kuyruğunda gitmeyi kafaya koyduğum için, oturacağım yere çuvalı minder yapıp yerimi önceden hazırlamıştım bile.
Demirci Niyazi Eniştem (Demiryürek) yaylı arabasına iki atını da koşmuştu. Bu arabaya bayanlar önce eşyalarını koydular sonra da kendileri teker teker binmişlerdi.
Babam ile (Dede Selim) Niyazi Eniştem arabanın ön tarafına oturmuşlardı. Her şey tamamlandıktan sonra önde babamlar, biz de arkalarından yola koyulmuştuk.
Tabaklar Sokağı sonrası, Dübek başından Yediyol Sokağı’nı takip edip İnegöl yoluna çıkmıştık. Önce üç köprülerden geçerken, sağda Hayvan Pazarı (İtfaiye Teşkilatı), sol tarafta ise belediyenin mezbaha binasını ağaçlar arasından zorda olsa görebiliyordum.
Sağ taraftaki Millet Bahçesi’ne (Total Benzin İstasyonu) Hıdırellez eğlenceleri için erkenden gelen insanlara el sallayarak selam verirken, onlar da bana aynen selam veriyorlardı.
O günün bütün güzelliklerini yakından takip edip, baharın müjdecisi olan papatya ve gelincikleri yeşillikler içinde göçmen kuşlarıyla birlikte seyretmek ayrı bir zevkti. Bu kuşların kimisi uçuyor, kimileri tarlalarda yiyecek topluyordu. Kırlangıçlar ise telefon tellerine merasim mangası gibi dizilmiş adeta bizleri uğurluyorlardı.
Hele şosenin her iki kenarında bulunan kilometre taşlarını takip ederken ne kadar yolumuz kaldığını öğrenmek heyecan verici oluyordu.
Kocasu’nun (Göksu) üzerindeki taş köprüden geçerken derenin berrak rengini sessiz sedasız akışını, her iki kenarında çokça bulunan ağaçlardan, özellikle salkım saçak olan söğütler, minare gibi uzamış kavaklar ve geniş yapraklı dut ağaçları yeşilin her tonunu sergiliyorlardı.
Bu derenin kenarında bulunan sebze bahçelerine zerzevatlık denirdi. Bu bahçelerde çoğu kez domates, biber, patlıcan, taze fasulye ve salatalık başta olmak üzere kavun, karpuz ve mısır gibi ürünler de yetiştirilirdi.
Dere kenarındaki her bahçede mutlaka bir tane dönme su dolabı bulunurdu. Sulama işlemleri bunlarla yapılırken, onları izlemeye doyum olmazdı.
Önce Söylemiş’ten sonra da Ayaz köyünden geçmiştik. Bu köy bitiminde Karacaahmet’e döndüğümüzde rampa olan toprak yolun başında mola vermiştik.
Yaşlılar ve küçük çocuklar arabada kalıp, güçlü olanlar biraz nefeslendikten sonra arabanın arkasından itekleyerek destek verirken sen de öküzleri önde yedekleyip rampa yolu güç bela aşarak, uzunca bir yolculuktan sonra Karacaahmet’e gelebilmiştik.
Babamlar bizden önce geldikleri için, oturacağımız yerleri onlar tayin edip, kilimleri yaymışlar, eşyaları da indirip bir güzel yerleştirmişlerdi.
Bizlerde arabamızdaki eşyalarımızı indirip onların yanına koymuştuk. Karacaahmet köyü ve türbenin çevresi yeşillik ağaçlık ve gölgelik bir yerdi. Önce Karacaahmet Dedesini herkes gibi ziyaret edip dualar ettik.
Müsait olan yerinde adak kurbanları kesildi. Bu kurbanların kanları adağı olanların alınlarına parmakla sürülmüştü.
O gün Karacaahmet bir hayli kalabalıktı, türbenin çevresinde insanlar dini vecibeleri yerine getirirken, diğerleri ise eğleniyor, özellikle çocuklar ve gençler her türlü mahalli oyunlarını oynuyorlardı.
Adak olarak kesilen bu hayvanlar köylü halkı tarafından pişirilip pilavla birlikte misafirlere ikram ediliyordu.
Bizler de önce annemin pişirdiği kuru fasulyeyi sonra da, tepsiyle gelen bu etli pilavı tahta kaşıklarımızla bir güzel yemiştik. Hele maşrapalarla dağıtılan yayık ayranlarını yemyeşil ağaçların gölgesinde yemek arası yudumlamak ayrı bir keyifti.
Burada çocukluğumu bir gün de olsa öyle doyasıya yaşamıştım ki, yıllar geçse de iz bırakan anıları kazımak mümkün olmuyor Şükrü Amca!
O gün oynadığımız yerel oyunlarımıza doyamıyorduk. Kızlar ise yüksek ağaçlara kurulan salıncaklarda sallanırken keyifli olduklarını hareketleriyle belli ediyorlardı.
Fakat en uç yüksekliğe çıkıldığı zaman korktuklarını asla gizleyemiyorlardı. Herkes dilediği gibi eğlenirken, kimse kimseyi rahatsız etmiyordu.
Bir tarafta erkekler eğlenilirken, bayanlar da kendi aralarında eğlenip sohbet ediyorlardı. Çay vakti geldiğinde yakılan ateş közünde demlenen çayı sıcak sıcak içerken, akşamdan hazırlanan kurabiyeleri, çörekleri yiyorduk. Hele hele anamın pırasalı Arnavut böreğinin tadı bir başkaydı.
Her şey çok güzeldi. Gün, su gibi sessizce akıp geçmişti. Dönüş için hazırlıklar tamamlandığında ben yine sizin arabadaki yerimi almıştım. Güneş ufka yaklaştıkça gökyüzü arabamızın kızıl rengine dönüyor, biz de bu köye veda ediyorduk. Bayır aşağı olan yolumuzda öküzler zorlanmadan arabamızı çekiyorlardı.
Ayaz köyüne geldiğimizi anlayamamıştım. Şose yolda kilometre taşlarını takip ederken, arabamızın çampara seslerini melodi kıvamında dinlemeye o güzelim grup vaktini izlemeye doyamıyordum. O günümüzü yıllar geçse de hiç unutamıyorum Şükrü Amca, dediğimde:
“Turgut beni nerelere götürdün biliyor musun? Hıdrellez için Karacaahmet’e hangi yıl gittiğimizi hatırlayamadım ama yalnız hiç unutamadığım şey, o gün köyde annen kuru fasulye pişirmişti, bu kuru fasulyeyi köylünün yaptığı adak pilavıyla yemiştik. O fasulye ile pırasa böreğinin tadını ben de hâlâ unutamıyorum. Sırası geldiğinde hep anlatır dururum.
Rahmetli annen çok mükemmel bir insandı. Pişirdiği yenir, diktiği ve ördüğü giyilirdi. Emeğine hiç acımaz, eli açık cömertti. Bayramlarda herkese baklava açar aynı zamanda inceliklerini de öğretirdi. Öyle insanlar şimdi kalmadı be oğlum! Yardım ne kelime, borçlu çıkarım diye selamı bile esirgeyenler var. Bunlar hep güvensizlikten oluyor tabii.
Doğruluk, dürüstlük hani nerede? Yok oldu bitti. Kaç yıl bu mahallede birlikte yaşadık. Birbirimize beş kuruşluk yükümüz olmamıştır. Yıllar geçse de unutulmuyor bak, herkes rahmetle anılıyor, o güzelim günler nasıl yâd ediliyor değil mi? ” diyordu.
Şükrü Amca biraz da kendinden bahseder misin?
“Ben 1915 yılında Bulgaristan’ın Rusçuk vilayetinin Solelik köyünde dünyaya gelmişim. Babam (İbrahim) 1921 yılında vefat edince, dedem (Üzeyir) bize bakmıştı. İlkokulu köyümde
5 yıl, Rüştiyeyi de Rusçuk’ta bir yıl eski yazıyla okumuştum. Dedem çok varlıklı bir insan olduğu için, bize yokluk yaşatmadı. Çok güzel bir çocukluk dönemini kardeşim Sabri ile birlikte geçirmiştik.
Köyümüz Tuna Nehri’nin kenarında olduğu için, bu nehirde yüzmüş bir insanım. Şarkılara konu olan o muhteşem nehri anlatamam, ancak oraları görüp yaşamak lazım be oğlum. Dedemin mekânı cennet olsun. O bize dedelik değil adeta babalık yapmıştı. 1929 da bütün dünyada büyük bir sanayi krizi vardı. O kriz döneminde dedem bütün malını mülkünü satarak trenle önce İstanbul’a, sonrada Bursa’ya gelip Yenişehir’e yerleştik.
Belediye Başkanı Tevfik Minez, Tabakhane Mahallesi Muhtarı da Sürmeli Tahir’in kardeşi Osman Duygu idi.
1929’un kasım veya aralık aylarıydı. Rahmetli Mustafa Kemal Atatürk 1928 yılında Harf Devrimini yaptığı için, biz de kardeşim Sabri ile birlikte yeni yazıyı öğrenmek için Tahirağa İlkokulunda gece mektebine devam etmeye başladık. Üç ay içinde biz yeni yazıyı söküp okumaya başlamıştık. Öğretmenimiz Babaçcalı Mustafa Şevki Bey’di. Çok mükemmel bir insandı. Eğitim sonunda biz imtihan olduk ve diplomalarımızı da bu okuldan aldık. Şayet bir daha ki sefere gelirsen o diplomamı da bulup sana göstereyim.
Neyse Bulgaristan’dan geleli daha 4-5 ay olmamıştı, bu sefer dedem Üzeyir 1930 yılında 63 yaşında iken rahmetli oldu. Kabri Sığırlık Yolu dediğimiz mahalle mezarlığına defnedilmişti. Dedemin ölümünden sonra ben de ayakkabıcı olan Bolluların Osman Ustanın (Bollu Ali’nin babası) yanında çalışmaya başlamıştım. Arastadaki dükkânın olduğu yerde bu gün Kırtasiyeci Ali İkikardeşler bulunmaktadır.
Kalfamız Tatar Recep (Eriş) ve Kuşçu Mustafa idi. Bacelerin Hüseyin ve ben çırak olarak çalışıyorduk. Burada üç sene çalıştıktan sonra, çiftçilikle uğraşmaya başladım. 1936 yılında hava askeri olarak Eskişehir Tayyare Alayı, Avcı Taburu, 42 No.lu bölükte vatani görevimi ifa
Ediyordum. Alay Komutanımız Hv.Pl. Albay Zeki Doğan’dı, Çok zeki ve disiplinli bir subaydı. 1944 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı kurulduğunda o da Tümgeneral olarak Hava Kuvvetlerinin ilk komutanı olmuştu.
Bölük komutanımız ise Hv.Plt.Yzb. İhsan Kolçak idi. Onun da 1943 yılında şehit olduğunu çok sonraları öğrendiğimde inan çok üzülmüştüm. Allah gani gani rahmet eylesin.
İki yılda vatani görevimi tamamladıktan sonra 1938’de terhis olup geldim. 1940 yılında evlendim. Kaynatam Molla Mehmet Usta (Satak) bana o kırmızı Tatar arabasını yapmıştı. Her şeyimi bu araba sayesinde elde etmiştim. 1942’de oğlum, 1946’ da kızım oldu. O zamanlar tütün ekimi çok oluyordu. Kendi yerlerimize olsun, icarlık yerler olsun tütün, pancar, patates, buğday, arpa eker biçerdik. Ürettiğimiz mahsulün karşılığını alamazdık. O zamanlar öyle idi. Daha sonra 1958 yılında bu evin köşesine bakkal dükkânı açtım. Bağ-Kur’dan emekli oluncaya kadar bu işimi yaptım. Allah’a şükürler olsun sağlıklıyım. Bir tek gözümden şikâyetim var, o da şikâyet sayılmaz. Bir başa bir göz yetip artıyor bile. Olmayanlar ne yapsın be oğlum. Kendi ihtiyacımı kendim görebiliyorum ya buna şükür” diyordu.
Üç saate yakın olan sohbetimiz sanki 3 dakika gibi gelip geçmişti. Oradan ayrılırken peşimden “arayı fazla uzatma Turgut, her zaman beklerim bak” derken, yüzünden tebessüm eksik olmuyordu.