Bıçak, Kılıç ve Metal Heykel Devlet Sanatkârı, Yılmaz Emen konuğum oldu. Onunla ilk tanışmamız doksanlı yıllara dayanır. Halk Bankası İnegöl Şubesinden Bursa Yenihal Şubesine 1989 da atandığımda, İnan Matbaasının sahibi Muvaffak İnan’ın Selçuk Hatun Mahallesi, 4 Karaca Sokak, 1 No.lu adreste işyeri vardı. Burada aylık olarak Yeni Soluk adlı Kültür ve Sanat Dergisini çıkarırdı. Bu dergide özellikle Bursalı şairlerin şiirleri yayınlanırdı. O nedenle Muvaffak İnan’ın Ofisi Bursalı şairlerimizin uğrak yeriydi.
Yılmaz Emen Irgandı Çarşısındaki Çalışma Ofisinin Önünde Turgut Yüce İle
İyi bir şair olan Muvaffak İnan, her yıl belli dönemlerde, farklı mekânlarda Bursalı şairleri bir araya getirerek şiir dinletileri düzenler, sunumu da kendisi yapardı. Başlıca eserleri; Bursalı Şair Öğrenci Antolojisi, Ayak- üstü, Şundan Bundan, O Günden Sonra, Şiir Bahçesi, Aşure mi Çorba mı?
Şiirlerde Bursa, Anılarda Bursa adlı kitapları, İnan Matbaasında basılmıştır. Bu iki candan dostum, gerçekten değerli, kendi alanlarında üstat diyebileceğim yaratıcı insanlardı. Bir o kadar da neşeli ve hayat dolu şahsiyetlerdi. Yılmaz Emen’in de şair yönü vardı. Şiirleri Yenisoluk Dergisinde yayınlanırdı. Çoğu hiciv tarzında olan şiirlerinde mecaz anlamlı sözcüklere yer verdiğinde, şiirleri daha da renkli olur, zevkle bizlere de okurdu.
Her ikisinin de konuşmaları manzum şeklinde olup, muhabbetlerine de doyum olmazdı. Su gibi akıp giden yıllar içinde, Yılmaz Emen mekânını Tarihi Irgandı Çarşılı Köprüdeki 10 No.lu ofisine taşırken, Muvaffak İnan da işyerini tasfiye etti. Ne zaman Bursa’ya gelsem bu değerli dostlarımla mutlaka buluşur, bazen de Bursa Araştırmaları Vakfının Tarihi Irgandı Çarşılı Köprüdeki 8 No.lu ofislerinde Vakfın çıkarmış olduğu Kent Tarihi ve Kültürü Dergisinin Yayın Yönetmeni olan Raif Kaplanoğlu ile de buluşup görüşürdük. Fakat Raif Kaplanoğlu da kendini emekli edince, dost olarak o çarşıda sadece Yılmaz Emen kaldı. O da buradaki galerisinde yaşam mücadelesi verirken, ziyaretlerimi fırsat buldukça yapıyor, maziye de göz atmadan edemiyoruz.
13 Şubat 2016 Cumartesi günü, ne büyük tesadüf ki, Yılmaz Emen ile Heykeldeki alt geçitten geçerken Muvaffak İnan ile karşılaştık. Damadı, Gazeteci Atilla İşçi’nin (48) genç yaştaki vefatı bu değerli abimizi derinden sarstığı her halinden belli oluyordu. Randevu verdiği yere yetişmesi gerektiğinden ayaküstü sohbetimizi kısa kestik. Buruk bir veda ile kucaklaşıp, istemeyerek ondan ayrıldık. Ondan sonra da doğru Yılmaz Emen’in Irgandı Köprüsündeki işyerine geldik.
Çaylarımızı içerken, Yenişehir Belleği köşesinde Yenişehir doğumlu Yılmaz Emen neden olmasın diyerek, yaşam öyküsünü kendinden dinlemek istedim. Önceden hazırlamış olduğu biyografisini elime tutuştururken, yaşam öyküsünü de bir taraftan anlatmaya başladı:
Yılmaz Emen, Yaşam Öyküsünü Şöyle Anlatıyor:
“Babam İsmail Hakkı Emen, askerliğini muhabereci olarak yaptığı için mors alfabesini iyi bilirmiş. Aynı zamanda telefon ve telgraf işlerinden de anlarmış. Hatta askerde iken İmroz Adasına görevli giderek, Adanın telefon ve telgraf hatlarını döşediklerini kendinden duyardım. O yıllarda malûm telefon ve telgraf hatları için 7-8 metre yüksekliğinde 20-25 Santimetre çapındaki, çam ağacından yapılmış olan düzgün direkleri 50 metre arayla şose yolların kenarlarına kazmalarla kuyu kazarak, bu çukurlara dikerlerdi. Direkleri dikmeden önce toprakta kalacak olan kısmına eritilmiş katran sürerlerdi. Bu işlem direğin çürümesini engellerdi. Tepe noktasına yakın bir yere de sağlı sollu demirden kulaklık ve bu kulaklıklara, fincan diye adlandırılan porselenleri takarlardı. Direkleri diktikten sonra, direklere ayaklarında kancalı demir ayaklıklarla çıkarlarken, bellerinden de direğe palaska gibi sağlam bir kuşak ile bağlanırlardı. Bu şekilde telefon ve telgraf tellerini porselen fincanlara monte ederlerdi. Babam terhis olduktan sonra Bursa P.T.T idaresine memur olarak girerek, telefon ve telgraf hatlarında çalışmış. İnegöllü Tuhafiyeci Hacı Ziya Efendinin kızı Hayriye Hanım ile evlendikten sonra ablam Ülkü Bursa’da dünya ya gelmiş. Annem bana hamile iken de babam Yenişehir PTT’sine geçici görevle atanmış. 1941’i 1942’ye bağlayan gecenin karlı bir gününde duvaklı olarak dünyaya gelmişim. Ebem kendime geleyim diye o halimle karların üzerine atmış. Ağlamaya başlayınca da yaşıyorum diye tekrar içeri almış. Demek o zamanlardan üşütmüşüm ki, bronşlarımdaki o rahatsızlık hâlâ devam etmektedir. Duvağımı ise bana şans getirsin diye babam onu hep cüzdanında taşırdı. Yenişehir deki geçici görevi bittikten sonra tekrar Mollaarap Mahallesine gelip, P.T.T. deki görevine devam etmiş. Benden sonra da dört kız kardeşim daha olmuştu. Okul çağım gelince İlkokulu Setbaşı Namık Kemal mektebinde başladım. Fakat bıçakçı olmayı kafama koyduğum için, okul hayatı beni hiç sarmadı. Arada bir okuldan kaçıp soluğu Kayhan Çarşısında alıyordum. Bir yıl okuduktan sonra okulu bıraktım. Babama da “bıçakçı olacağım bende kılıç yapacağım,” derdim. 1950 de okullar tatil olunca, babamda elimden tutup Kayhan Çarşısı Demirciler Sokak No: 70 deki (bu günkü adresi) Fettah Bıçakçıgil’in dükkânına giderek “Usta eti senin, kemiği benim” diyerek, beni çırak olarak bırakıp gitmişti.
Benimde iş hayatım 1950 yılında böylece başlamış oldu. O zamanlar bıçak, kama, pala, kılıç yapmak serbestti. İki yüzü de oluklu kamalar yapılırdı. Ferhat Ustamızın bir tahtası vardı. Kamayı mengeneye sıkıştırır, elindeki keskiyle çeliğin üzerine oluklardan bir tanesini ortaya, iki de yanlarına açardı. Kamanın şekline göre iki yüzlü kamalarda olurdu. Oluk kızgın çeliğe değil, ham ve soğuk çeliğe açılırdı. Bıçak şekle girdikten sonra ham ve sulanmamış taşta hafiften zımparalanır, zımparalanmış yere asla el değmezdi. Çünkü el değen yer keski tutmaz ustanın elinden çat diye kayardı. Bir gün bıçağı alırken acele ile zımparalanmış yeri tutmuşum. Bıçakta ustanın elinden kayar kaymaz, ustamın attığı o tokat ile bıçağın o yüzünü tutmamayı aynı anda öğrenmiştim.
O zamanlar bütün çırak ve kalfalar ustalarından çekinirdi. Ekmek teknesi diye, kesinlikle örsün üzerine oturulmaz, mengene sıkılı bırakılmazdı. Dükkânın bereketi kaçmasın diye çöpler ertesi gün atılırdı. İlişkiler lonca dönemi gibi enteresandı. Demirci esnafının Piri Davut (a.s.) olduğu için, her sabah işe başlamadan ustamız (Davut Aleyesselamın yüzü suyu hürmetine, bizleri kazadan beladan koru Yarabbi) diyerek, besmeleyle bir eline çekici diğer elinde kıskaç ile dövülecek bıçak ya da kılıcı örs üzerinde tutarak, karşısında da kalfa elinde tokmak ile ustanın vurduğu yerlere birlikte vurarak çeliği döverlerdi.
O yıllarda deriden körüklü ocaklar kullanılırdı. Bu ocaklarda yanması ve sönmesi kolay olduğu için kestane kömürü yakılırdı. Eskiden dükkânlarda çıraklık yapanlara sanatkâr olacak diye para verilmez hatta istenmezdi. Birkaç zaman sonra Ferhat Usta bana haftalık diye 2 liramı 2 buçuk liramı verdiği zaman şaşırmıştım. Ama çokta sevinmiştim. Bir zaman sonra o parayı ustaya bana vermesi için babamın verdiğini öğrendim. O yıllarda Karabük çeliği de zor bulunurdu. Ustamız parçalar halinde de olsa, bir yerlerden temin eder, onları döverek şekillendirirdi.
En güzel bıçak, dövme paslanır çelik bıçaktı. Günümüzde bu şekilde imalat yapılmamakta olup, onun yerine ithal malı paslanmaz çelik kullanılmaktadır. Bıçakçı dükkânları sabah ezanında açılır, ocaklar yanardı. O gün kaç tane bıçak ya da kama yapılacaksa sabah namazından sonra örste dövülen çeliklerin, saat 7 buçuk olduğunda dövme ve perdah işlemleri biter, örsteki çekiç ve tokmak sesleri de kesilirdi.
Sonra da ustamız bıçak ve kama sapı yapmak için ocakta mevcut olan ateşte, manda, keçi ya da koyun boynuzunu ısıtarak şekillendirir sap haline getirirdi. O yıllarda matkap olmadığı için bu sapların delikleri kemanelerle açılır, çeliğin delikleri ise çelik zımba kullanılarak çekiç yardımıyla delinirdi. Daha sonraları Fettah Usta Metoba marka bir adet kol matkabı getirerek, delme işlemlerini daha seri bir şekilde bu kol matkabıyla yapmaya başlamıştı. Bunu duyan diğer ustalar kol matkabını görmeye dükkâna gelirlerdi. Ustamız ve baş kalfamız kamanın kan oluklarını yuvarlak keskiyle açar, ocakta ısıttıktan sonra çeliğin suyu verilirdi. Bu işlem için maharet isterdi. En iyi çelik bıçak, kırılan bıçaktır. Yamulan bıçak ise makbul olmayan bıçaktır. Suyu verilen bıçaklar altında su kabı bulunan ve ayak pedalıyla çevrilen kösele taşlarında bilenir ve parlatılırdı. Kösele taşının altındaki su, çelik bıçağın suyunun kaçmamasını önlerdi. Akşam saat altı, altı uçuk oldu mu, tahta bir sandığa kamalar sayılır, silinerek tek tek konur, üzerine de bir peştamal örtülürdü. Bu sandığı Okçular Çarşısındaki Vehbi Akçora’nın dükkânına götürürdüm. Şimdi ise Vehbi Akçora’nın bu işi, torunu aynı yerde devam ettirmektedir.
O zamanlar Vehbi Akçora’dan siparişler alınır, her gün 50 kamayı imal eder ve bu şekilde teslim ederdik. İş bitmeden de asla paydos etmezdik. Vehbi Akçora Bursa da imal edilen bıçak, çakı, kama, pala, kılıç ve testere gibi bütün ürünleri imalatçılardan tek elden alır öyle satardı. Müşterileri ise Türkiye’nin her yerinden toptan almaya Bursa’ya gelirdi. İmalatçı olan her ustanın çalımı yani bıçağın şekli farklı olurdu. Kimse, kimsenin modelini asla taklit etmezdi. Vehbi Ustadan siparişler bir hafta iki yüzlü kama, diğer hafta tek yüzlü kama, ya da söğüt yaprağı diye anılan model veya Laz bıçağı diye adlandırılan çeşitli tip kamaları seri halde, kaliteden de ödün vermeden üretip, zamanında teslim ederdik.
1953 yılında cinayetler artığından dolayı, Büyük Millet Meclisinde çıkan bir kanunla bıçak, kama ve kılıç yapmak da yasaklanmıştı. Bütün bıçakçılar kama ve kılıç yapamadıkları için çoğu da bocalamıştı. Ekmek bıçağı, çakı, bıçkı gibi kanuna uygun kesici aletler yapılmaya başlandı.
O yıllarda öğle saatleri dükkânlar kapanır, yemeğe gidilir tekrar gelinirdi. Lodoslu havalarda ocaklar kesinlikle yakılmazdı. Belediye zabıtaları çok sıkı kontrol yapardı. Öğleyin açık olan dükkânlara, lodosta ocağını yakan esnaflara zabıta ceza keserdi. Çünkü yangına sebep olur diye önlem alınırdı.
Özellikle Cumhuriyet Bayramları çok görkemli kutlanırdı. Sokağımızın her iki başına taklar kurulur, şimşir ağaçları ve çiçeklerle süslenir, bayraklarla donatılırdı. Bütün işyerleri de mutlaka bayrak asardı. Her esnaf kuruluşu ürünlerini sergilemek için kamyon kiralar, Heykel Önünde resmigeçit sırasında ürünlerini teşhir ederken, çırak küreği çeker, örsün başında usta ve kalfa bıçak döverler protokol önünden öyle geçerlerdi. Gece ise fener alayı düzenlenir, askerlerin elinde meşaleler yanar, caddelerde dolaşılırdı. Her ulusal bayram büyük bir coşkuyla kutlanır, resmi daireler, okullar ve işyerleri de tatil olurdu.