“Üç Fidan”, 43 yıl önce bugün aramızdan çekip alındı. Gençliklerinin baharındaydılar. Yaşamları boyunca hiç “genç” olamamışlar, gözlerini bile kırpmadan onları idam sehpasına gönderdi.
Suçları “büyüktü”. Ülkemizin bağımsız olmasını istiyorlar, bunu sağlamak için ölmeye hazır olduklarını söylüyorlardı. Sözlerini tuttular.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 43 yıl önce bugün sabaha karşı ölüme gönderildi.
“Üç Fidan”ın ölümünden 3 yıl sonra yine genç yaşta aramızdan alınan Uğur Mumcu 12 Mart faşizminin aramızdan aldığı, ya da yok ettiği gençler adına yazdığı ünlü “sesleniş” yazısında, “Bir gün mezarlarımızda güller açacak” diyordu. Dediği gibi oldu. Onları ölüme gönderen zamanın güçlülerinin cenazelerinde yüzlerce çelenk, yüzlerce “büyük” adam ve onların binlerce koruması vardı. Asri mezarlıklarda askeri törenlerle gömüldüler. Kısa süre sonra da unutuldular. Şimdilerde ölüm yıldönümlerinde mezarlarına yakınları bile gitmiyor.
“Üç Fidan” ise sessiz sedasız toprağa verildi. Yıllarca mezarları bile gözaltına alındı. Sessiz ziyaretçileri karakollara çekildi. Ancak her geçen yıl “Üç Fidan”ın mezarı artan kalabalıkları ağırladı. Mezarlarında güller açtı. Onları hiç tanımayanlar, Onlar idam edildiğinde doğmamış olanlar “Üç Fidan” için ellerinde kırmızı güller ve karanfillerle Ankara Karşıyaka mezarlığına koşuyorlar. Artık Onların milyonlarca kardeşi, anası, babası, arkadaşı var.
Bir zamanlar gücünden yanına varılmayanların yalnız mezarlarının yeri bile unutuldu. 12 Eylül döneminde ayağına terlik giymesi, ya da diskoteğe gitmesi bile haber olanlar, yakınlarının asılsız ihbarları ile mezarlarından çıkartıldığında pek çok kişi adını bile anımsamıyordu.
“Üç Fidan” üç ulu çınar oldu. Onlar 12 Mart faşizminin kurbanlarıydılar. Uğur Mumcu 12 Mart kurbanlarını 1975 yılında, “sesleniş” yazısında, şiirsel bir dille şöyle anlatıyordu:
“Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl, şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi…
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi…
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi…
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Giresun’daki köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi…
Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi…
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım unutma bizi…
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimize. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi…
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi…
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi,
unutma bizi, unutma bizi…”
Unutmayacağız…