Şu sıralar İstanbul hakkında kitaplar okuyorum. Gördüğüm o ki bambaşka bir İstanbul varmış bir zamanlar.
Yetiştiklerim var ama çoğunu kaçırmışım. Büyüklerimden dinlediklerime, okuduklarıma ve yaşadıklarıma bakılırsa daha bir güzelmiş her şey…
Hayal meyal hatırlıyorum Eyüp oyuncakçılarını. Adettendi. Sünnet çocuklarını Eyüp Sultan dönüşü Eyüp oyuncakçılarına götürürlerdi. Kız kardeşlere bebek ya da beşik, sünnet çocuklarına kamyon alınırdı. Kaynana zırıltısını da unutmamak gerek. Ama o dönemde sünnet çocuklarına alınan en meşhur hediye kol saatiydi sanırım. On-on beş saati koluna takan çocukları hatırlıyorum.
Kızların henüz erkekleri seçmediği yıllarda kızlar görücüye çıkarmış. Kız istemese de ayıp olmasın diye çıkmak durumundaymış. Son dakika taş koyanlar olsa da analar zorla gösterirlermiş kızlarını.
Sadece kızlar değil tüm ev halkı tetkikten geçermiş. Görücüye gelen hanımlar ev sahibine çaktırmadan evi teftiş edermiş. Bazı titiz hanımlar, ellerini kanepenin altına sürer toz var mı diye kontrol edermiş. Sanırım bu meraklı kesime sayıları az da olsa her dönemde, her yerde rastlayabiliriz.
Eskiden Beyazıt, edebiyatçıların, sanatkârların, gazetecilerin uğradığı, vakit geçirdiği bir yermiş. Gazetelerin matbaalarının olduğu dönemi hatırlıyorum da o zaman bile ne kadar farklıydı muhit. Cağaloğlu Cağaloğlu idi. Sahaflar Çarşısı gerçek anlamda sahafları barındırıyordu. Şimdi nerde…
Öğreniyorum ki; Kâğıt Çarşısı, Mürekkep Çarşısı, Musiki Aletleri Çarşısı varmış eski zamanlarda. Hiç mi hiç duymamışım bile.
Çocukken Mısır Çarşısı’na çok giderdik. Yıllar var ki kapısının önünden bile geçmedim. Meğer bir zamanlar envai çeşit şeyler satılırmış.
Tıpkı büyük bir eczane gibiymiş. Hint’ten, Çin’den, Afrika’nın birçok yerinden çeşit çeşit akla hayale gelmeyecek ilaçlar bulunurmuş. Eşek sütü mü istersiniz, kaplumbağa yumurtası mı? Yılan gömleği mi, yoksa tavşan yağı mı?
Eşek sütü, boğmaca ve verem için meşhurmuş. Kaplumbağa yumurtası, bazı deri hastalıklarına karşı iyi gelirmiş. Ciğerini de verem hastalarına şifa niyetine yedirirlermiş. Yılan gömleği sıtma için, tavşan yağı kulak ağrıları için bire birmiş.
Bir zamanlar İstanbul tramvaylar şehriymiş. San Francisco benzeri bir yermiş… Tramvayların ortasında çift parçalı, vişneçürüğü renginde bir perde olurmuş. Perdenin ön tarafında kadınlar, arka tarafında erkekler otururmuş. Haremlik selamlık olurda aşk hikâyeleri olmaz mı hiç? Tramvay aşkları meşhurmuş. Perde hafifçe aralandığında göz göze gelmeler, tatlı tatlı bakışmalar… inince peşine takılmalar… muhallebici de buluşmalar…
O yıllarda okuma yazma bilen pek yok tabii. Tramvayların önüne bir takım resimler iliştiriliyormuş. Mesela top güllelerini gören Topkapı’ya, kule resimlerini gören Yedi Kule’ye gideceğini bilirmiş.
O yılların en sosyetik yerlerinden biri Tepebaşı imiş. Beyoğlu’nun kalbi orada atıyormuş. Devrin en büyük oteli ise Pera Palas’mış.
Kışa girerken evlerde hazırlıklar yapılırmış. Tabi şimdi hemen hiçbiri yapılmıyor. Kapıların altına soğuk gelmesin diye sünger ya da fitilli bezler takılırmış. Divanların üstüne halı serilirmiş sıcak tutsun diye. Pazenler, fitilli hırkalar, kürk taklidi terlikler çıkarılırmış sandıktan.
Hatırlıyorum kış yazdan kesin çizgilerle ayrılırdı. Yediğiniz yemekten, tutun da yattığınız yatağa kadar her şey değişirdi. Şilteler sökülür, yünler yıkanır, didiklenip serilir kurutulurdu.
Ben dışarıda kahvaltı yapma alışkanlığının yeni olduğunu düşünürken çok eskilerde de olduğunu öğreniyorum. Beyoğlu’nda, Beyazıt’ta ‘komple kahvaltı’ varmış. Çilek veya gül reçeli, tereyağı, beyaz peynir… Rus kahvaltısı, İngiliz usulü sütlü çay bile bulunuyormuş.
İlk buzdolaplarının piyasaya çıktığı yıllar. Elektrikli değilmiş henüz. İçi çinko kaplı dolap demek daha doğru olur. İçine buz kalıpları koyulunca kırk-elli saat soğuğu muhafaza edermiş. Öncesinde kuyular aynı işi görürmüş. Salıverirlermiş, eti, peyniri kuyuya…
Çok eskiye gitmeye gerek yok. İstanbul gecelerinde kışın bozacı, yazın dondurmacı olurdu. Bozacı yakın zamana kadar dolanıyordu sokaklarda, hala tek tük rastlıyorum. Ancak dondurmacılar sanırım başka iş yapıyorlar şimdilerde.
İçim gitti. Eskiden Galata Köprüsü’nü yürümek istemeyenler sandalla karşıya geçermiş. Düşünsenize püfür püfür esintili, mehtaplı bir yaz gecesini İstanbul’da…
Pekmeze ‘insan benzini’ denildiği günleri hatırlamasam da yemiş olarak yediğimiz günleri iyi biliyorum. Cevizli sucuklar, susam helvaları kan yapsın, sıcak tutsun diye yedirilirdi. Bir de kestane vardı tabi annelerimizin babalarımızın sobanın üstünde çıtır çıtır pişirdiği…
Yumurta eskiden şimdi olduğu gibi sadece kahvaltıda tüketilmezmiş. Öğlen ya da akşam kaygana, soğanlı yumurta yapılırmış. Ben en çok çılbırı severdim. Düşünüyorum da uzun zamandır yememişim.
O yıllarda evlerin şekilleri de farklıymış. Sandık odalı, kilerli, yüksek tavanlı evler varmış. İstanbul ne çok değişmiş. Giyim, kuşam, yemekler, eğlenceler, hemen hemen her şey. Nereye gitmiş onca şey? Anlamak mümkün değil. Sanki koşa koşa bir masalın içine girip kaybolmuş şehir.
Yorumlar kapalı.