Siyasal İslamcı zihniyetin iktidar olduğu yıl doğan çocuklar bugün yirmi üç yaşına girdiler. Nerdeyse çeyrek yüzyıldır ülkemizi yönetmeye çalışan iktidar Cumhuriyetimizin ekonomik değerlerini özelleştirme adı altında yandaşlarına peşkeş çekti. Bu özelleştirme furyası sahte şeffaflık görüntüleri altında ve mafya ilişkilerine kadar uzanan yöntemlerle sürdürüldü. Yirmi yıl önce beş kuruş serveti bulunmayan yandaşlar bugün trilyoner oldular.
Türk halkı olaylar, sorunlar, hayat pahalılığı, yoksulluk ve cinayetler karşısında sürükleniyor. Siyasal iktidar tarafından baş tacı edilen tarikatlar, cemaatler ve diğer dinci gruplar hiç bu kadar saldırgan ve kibirli olmamıştı. Utanma duygusu hiç bu kadar yerlerde sürünmemişti.
Türkiye, 1923’ten ikinci dünya savaşına kadar Cumhuriyetin ana hedefini ve nereye varmak istediğini bilen, buna coşkuyla sarılan bir ülkeydi. Bu coşku yok oldu. Halkımız sorunlarının çözümü için bu iktidara umut bağladı ve hayal kırıklığına uğradı. Enflasyon yüzde altmışları geçerek toplumsal değerleri ve dengeleri alt üst etti.
Halkımız çılgınca tüketmeye başladı, üreterek kazanma hevesi söndürüldü. Kaderini beşli çete gibi sermaye çevrelerinin desteğine bağlayan ve bu çevrelerden vergi alamayan iktidar yüksek faizli borç almaya başladı. Halkın büyük bir kesimi açlık sınırına sürüklenirken zenginler daha çok zenginleşti. Üretmeyen ve temel değeri emek olmayan rantiyeci bir sistem oluştu.
İktidar toplumu kutuplaştırdı. Çağdaş uygarlık düzeyini aşmaya yönelik bir ulus yaratmayı amaçlayan Cumhuriyetimizin taşıyıcı kolonları sinsice kesildi. Laik ve hümanist kültüre dayalı eğitim sistemi dinselleştirildi. Etnik köken, dil, din farkı gözetilmeden uygulanan Cumhuriyet hukuku yerle bir edildi. İktidarın hedeflediği dindar ve kindar nesil yaratma hayali büyük ölçüde gerçekleşti. Bu liyakatsizler devletin ve toplumun önemli noktalarına yerleştirildiler.
Bu iktidar döneminde kamuya hizmet anlayışı ve kamu yönetimi yandaş zengin etme operasyonlarına dönüştü. Yönetici olarak seçilen donanımsız ve yeteneksiz kişiler kamu hizmetini parayla satılabilir bir hizmet olarak gördüler ve bu hizmetlerden yararlananlara da birer müşteri gözüyle bakmaya başladılar.
Cumhuriyetin tüm kazanımlarını çarçur eden ve üretime yönelik tek bir yatırım yapmayan iktidar köşeye sıkışınca muhalifleri teröristlikle, vatan hainliğiyle ve bölücülükle suçladı. Özgür düşüncelerin beşiği olması gereken üniversiteler susturuldu. Medyanın büyük bir bölümü iktidar tarafından ele geçirilerek yalan üretme, muhalifleri karalama ve beyin yıkama merkezlerine dönüştürüldü.
Niteliksizlik ve çağ dışılık yükselen bir değer gibi sunuldu. Ülkemiz dünyadaki yeri bakımından üçüncü dünya ülkelerinin de gerisine düştü. İslamcı zihniyet dışlanmanın, yalnız kalmanın bunalımını yaşıyor. Arada sırada bazı yerlerden “Aferin” alınca sevinen bir görüntü arz ediyor.
İktidar, ekonomik ve toplumsal yönden köşeye sıkıştıkça akılla, mantıkla, vicdanla, hukukla açıklanamayacak yollara başvuruyor. Zehirli bir dil kullanıyor, muhaliflerine hakaret ediyor, ötekileştiriyor, itibarsızlaştırıyor, tehditler savuruyor, kriminalize ediyor ama sonuç alamıyor.
İktidar, 2017 yılında referandum kararı aldı. Halkımıza dedi ki: “Bu anayasa, yargıtay, danıştay, meclis, bürokrasi bizim elimizi kolumuzu bağlıyor, bizi çalıştırmıyorlar. Bize yetki verin de Türkiye’yi uçuralım.”
Yoksulluk ve eşitsizlik altında bunalan halk, yaşadıklarından ders çıkarmadı ve referandumda “Evet” oyu verdi. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adında dünyada bir örneği bulunmayan ucube bir sisteme geçildi.
Peki, sonra ne oldu? “Her şey daha beter oldu” deyip bu mevzuyu kapatayım. Yerim dar yerim! Anlıyor musunuz?