Zafere susamak, imkansızı başarmanın en önemli etmenidir. Zafere ne kadar susarsanız, imkansız o kadar yakındır. Ne kadar imkansız ise o kadar büyüktür zafer…
1699 Karlofça’dan sonra tam 223 yıl savaş alanları yanında barış masalarından da hep boynu bükük ayrılmış Türk toplumunun önemli bir kısmı artık inancını yitirmişti. En dirençli aydınlarının önemli bir kısmı bile ABD ya da İngiltere olmadan başaramayacaklarına inanmış mandacılığı savunuyorlardı.
Mustafa Kemal ve zafere inanmış bir avuç insan yoksul ve perişan Türk halkını peşine takmayı becermiş, imkansızı başarmaya koşuyordu.
Öyle ki 1922 yılının Ağustos ayında Mustafa Kemal’in karargahındaki bazı komutanlar da başarıya yeterince inanmıyor, ancak küçük bir muharebe kazanabileceklerini sanıyorlardı. Böylesi bir zafere inanmayanların bir kısmı da mecliste idi.
26 Ağustos sabahı Türk topçusu Büyük Taarruzu başlattığında Yunan ordusunun komutanları da, onları Türkiye üzerine süren İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri de Afyon önündeki tahkimatın 6 ayda aşılmasını büyük bir başarı sayacak kadar rahattılar.
Zafere susamışlık ve inanç imkansızı başardı ve Büyük taarruzun üzerinden 1,5 gün geçmeden 27 Ağustos günü akşamüzeri Türk ordusu Afyon’u kurtaracaktı.
Büyük taarruzun üzerinden 4 gün geçtiğinde Türk ordusu işgalcilerin bütün ikmal yollarını ve geri hatları ile bağlantısını koparmış Dumlupınar ovasında kuşatmış bir büyük zaferin bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. 30 Ağustos günü Türk kuvvetleri tarihinin en büyük zaferlerinden birini kazanırken, macera peşinde savaşa sürülmüş işgalciler de tarihin en büyük yenilgilerinden birini alıyordu.
Bundan sonra zafer daha da büyüyerek gelişti. 10 gün içinde Türk kuvvetleri işgalcilerin 28 ayda ilerledikleri yolu fırtına gibi geçerek bütün Batı Anadolu’yu işgalden temizledi. 9 Eylül günü İzmir rıhtımında zafer bütün dünyaya ilan ediliyordu.
Bu öylesine büyük bir zaferdi ki sadece Türk ulusunu ayağa kaldırmakla kalmadı. Bütün ezilen uluslar için bir umut ışığı oldu. Ve emperyalizm bu yenilgisini hiçbir zaman unutmadı.
Türk ulusunun zaferini silemeseler de değerini azaltmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Zaferi yok sayma ya da değerini küçülme çabalarına en çok yardımcı olanlar ise ne yazık ki içimizdeki hainler idi. Ve bu hainlerin bir kısmı emperyalizme karşı olduğunu iddia eden sözde solcular idi.
Kurtuluş Savaşının “İngilizlerin oyunu bir göstermelik savaş” olduğunu söyleyenler yanında “Yunan soykırımı” olduğuna kadar her türlü yalanı utanmazca tekrarladılar. “Sol” adına söylenen bu çirkin yalanlar bir süre sonra Omsalı hayranı gericilerin diline de düştü.
Türk halkı zaferine her yıl daha çok sarıldıkça yalanlar da daha çok çeşitlendi.
Son yıllarda Büyük Zaferi inkar edenler savaş alanlarında Çanakkale’dekine benzer tabyaların, siperlerin olmadığını ileri sürerek savaş olmadığını kanıtlama çabasına giriştiler.
Savaştan, askerlik bilgisinden habersiz bu uyanıklar Çanakkale Savaşı ile Büyük Taarruzla başlayıp İzmir’de noktalanan zafer arasındaki farkı bilmiyorlar. Çanakkale’de bulunan tabyalar tam bir kıyı savunmasına yönelik koruganlar ve sabit kıyı toplarından oluşmuş siperler iken, Kurtuluş Savaşında özellikle Büyük Taarruz’dan sonra tam bir kovalamaca başlamış ve sabit mevziler oluşturmaya kimsenin zamanı olmamıştır. Ancak savaşın bütün izleri orada, topraklarda ve hafızalardadır.
Yakın zamana kadar Büyük Zafer çok daha anlamlı kutlanıyor, işgali ve zaferi yaşamış insanların torunları bu kutlamalar içinde yer alıyordu. Dumlupınar Meydan savaşının olduğu alanda ordugahlar kurulup büyük törenler yapılıyordu. Savaşa katılan birliklerin komutanları ile sancakları, sancak nöbetçileri tören alanına gelip en yakından gelen Adapazarı’ndaki 197. Piyade alayının organize ettiği resmigeçide katılıyordu.
Yedek subaylığım sırasında ben de bu törenlerde bulundum. Törenlerden yaklaşık 1 ay önce Çalköy yakınlarındaki Zafertepe eteklerinde çadırlı ordugâhımızı kurup tören hazırlıklarına başlıyorduk. Savaş alanı Kütahya, Afyon ve Uşak illerinin kesiştiği noktada idi. Etraftaki alan tam bir tarım alanı olduğu için tarlalarını süren köylüler topraklarında buldukları savaş kalıntılarını bizlere getirip teslim ediyorlardı. Bazen bir kafatası parçası, bazen bir matara kalıntısı, bazen bir palaska tokası, bazen bir postal parçası, mermi ya da sevk çemberi kalıntısı savaş alanındaki müzeye konmak üzere saygı ile teslim ediliyordu.
Savaşın bundan daha büyük belgesi, o yıllarda henüz hayatta olan bölgenin yaşlıları idi. Gelip kendi yaşadıklarını ya da anne babalarından duyduklarını anlatıyorlardı.
30 Ağustos sabahı yüz bini aşkın insan kendi olanaklarıyla, kamyonlarıyla, traktörleriyle, otomobilleri ile yaya olarak, hatta kağnıları ile tören alanına gelip unutulmaz bir tablo oluşturuyorlardı. Zira bölge halkı bu zaferi etiyle kemiği ile beyni ile yaşamıştı.
Şimdilerde ne yazık ki bu törenler şekil değiştirmiş ve halk katılımı yok edilmiş. Daha kötüsü ülkede uygulanan tarım politikaları nedeniyle toprak ekilmiyor. Doğrudan destekleme pirimi ve ürünün para etmemesi nedeniyle kimse tarlasını sürmüyor. Kimsenin pulluğuna savaş kalıntıları takılmıyor. Savaşın izleri de çürümeye terk edilmiş oluyor.
Siyasi iktidarın da etkisiyle beyinlerdeki izler silinince bir büyük zafer yok edilecek.
Öyle sanıyorlar.
Emperyalizmin baskısı arttıkça Büyük zaferi daha çok özlüyor, daha çok inanıyoruz. Zaferi bize armağan edenlere olan inanç ve saygımız büyüyecek.
Onları saygı ve minnetle anıyoruz.