Birkaç gün önce uzun bir yolculuk yaptım.
Dünyanın öbür ucuna diye tarif edilebileceklerden.
11562 metreden baktım yeryüzüne.
Bu yükseklikte bulunduğum sure ise tam olarak 12 saat 35 dakika.
Heyecanlı, tedirgin, belirsiz, uykusuz bir yolculuktu ama keyifliydi.
Bacaklarım açılsın diye uçağın içinde dolaştığım sırada gözüm küçük pencereye takıldı.
Bu yükseklikten yeryüzünü izlemeye başladığım an fark ettim, aslında gördüğün her şey baktığın yerin sınırı kadar.
Baktığın şey ne kadar uçsuz bucaksız olursa olsun üstelik.
Bu sınır pencere, kamera ya da kapı değil sadece.
Aslında en büyük sinir gözlerimizde. O yüzden sınırların ötesini görmek için çalışmalı insan.
Bakmak ve görmek arasındaki fark da bu belki.
Baktığımız yerde gördüklerimizden çok daha ötesi olabilir ve bu sınır aslında tamamen bizim hayal gücümüzde.
Tam olarak böyle hissettim o uçak camından bakarken.
O kadar yüksekteydim ki altımda kat kat bulutlar pamuk gibi duruyordu yeryüzüyle aramda.
Sanki atlasam üzerlerinde uyuyabilirmişim gibi.
Ve yeryüzü, küçükken pastel boyayla resim defterine çizdiğim gibi rengarenk.
Coğrafya derslerindeki fiziki haritaya bakıyordum sanki kuşbakışı.
Dağlar denize paralel, ovalar düz ve yeşil, çöl sarı ya da açık kahverengi..
Önce geçtiğimiz yerlerdeki insanları düşündüm, neler yaşıyorlardı kim bilir?
Sonra bulutların yeryüzü üzerindeki gölgelerine baktım.
Aklıma güneşlenirken gelen bulutların oluşturduğu karanlık geldi.
Bilirsiniz öğle vakti aksam gibi olur hava keyif kaçırır.
Bulunduğum yerden bulutun ne kadar surede geçeceğini görebiliyordum.
Evet, geçecek ve güneş yeniden gelecekti.
Sonra uzun bir sure başka bulut gelmeyecekti üstelik. Ama bunu sadece ben görüyordum.
O anda orada güneşe ihtiyacı olan kişi, bulutun gelişinden rahatsızdı ve bilmiyordu üstelik ne zaman günesin geri geleceğini.
Aslında konu tamamen nereden baktığınla alakalı.
Büyük resmi görüp sabırla bulutun geçmesini beklemek de elimizde, bulut geldi deyip yas tutmak da. Ve sonuç değişmiyor.
Bulut gitmesi gerektiğinde gidiyor.
Bizim acele etmemiz ya da lanet okumamız bulutun daha hızlı gitmesini sağlamıyor.
Üstelik bulut olmasa günesin keyfi de olmazdı sanırım.
Bunaltıcı bir sıcakta biraz gölge bulmadan, soluk almadan, durup bakmadan bilemezdik günesin kıymetini.
Tıpkı hayatta karsımıza çıkan problemler ve güzellikler gibi.
Aslında bu bir denge.
Olması gereken bir denge.
Önemli olan nerden baktığınız.
Sınırın ne kadar ötesini görebildiğiniz.
Mesele resmin bütününü görebilmekte.
Mesele sükûnet ve sabırla geleni kabul edebilmekte.
Bir arkadaşımın sözü çınladı kulağımda ‘olan doğru olandır her zaman’
Sadece buna güvenerek bırakabilsek her şeyi belki de hayat çok daha keyifli ve kolay olacak. Teslimiyet en büyük özgürlük sanırım.
En azından denemeye değer.
Yorumlar kapalı.