Yenişehir Gazetesi’nin Aralık 2012 tarihli sayısında, “Yenişehirli Sobacılar ve Tenekeciler ”başlıklı bir araştırma yayınlandı. “Yenişehir Belleği” kitabının yazarı Turgut Yüce, aynı adlı köşesinde konuyu tüm ayrıntılarıyla verdi. Araştırma yazısını ayrıntı okurlarıyla paylaşıyoruz:
Günümüzde olduğu gibi eskiden de kış hazırlıkları yaz aylarında başlardı. Varlıklı ailelerin ambarları ekinle, kuruluklar da yakacakla dolu olurdu. Yoksul aileler ise çoluk çocuk gündelik işe giderler, kazandıklarıyla ancak geçinirlerdi.
Yiyecek ve içecek için tarhana, erişte, yufka vs. hazırlanır, salçalar yapılırdı. Turşu çeşitleri toprak küplere basılır, domates, biber, bamya, patlıcan, erik, elma, ahlat ve ayva yaprağı da kurutulurdu.
Evlerde çeşme yoktu. Olsa da parmakla gösterilirdi. Bazılarında kuyu ve tulumba olur bu su kullanılırdı. Olmayanlar su ihtiyaçlarını sokak çeşmelerinden temin ederler, kova veya tenekelerle evlere taşırlardı. O zamanlar evler ahşaptı. Çoğu da iki katlıydı. Elektrik ve su varlıklı ailelerde vardı. Sobalar devamlı oturulan odaya kurulurdu. Üstteki odalar da yanan sobalar sayesinde ısınırdı.
Önceden kış ayları çok soğuk ve yoğun kar yağışlı geçerdi. Kar kalınlığı merkezde 30-40 cm, köylerde ise daha da fazla olurdu.
Hiç unutmam;1957 yılında Bekir amcamın Tabakhane Mahallesi Ethem Paşa Sokak’taki evlerinin çatısı yoğun kar yağışı nedeniyle çökmüştü. O kadar kışa rağmen, ne okullar ve ne de resmi daireler tatil olmuştu. Çünkü elektriğin olmadığı, motorlu vasıtaların fazla kullanılmadığı ve likit gazın da bilinmediği o devirlerde tatili gerektirecek her hangi bir neden olmazdı.
Kış mevsimini kar nedeniyle en çok çocuklar severdi. Karlı havalarda kartopu oynamak, kayak yapmak, kızakta kaymak, kardan adam yapmak, boy ölçüsü almak çocukların en beğendiği oyunlardı. Kış geceleri kestane ve nohut kavurmak, mısır kaynatıp ya da patlatmak adettendi. Sıcak sobanın üstünde çaydanlıkta demlenen karanfilli ayva yaprağı çayı keyifle içilir, odayı karanfil kokusu sarardı. Sıra masal veya hikâye anlatmaya geldiğinde, annemin Tüntün Kuzusu, Tevfide Ninenin (Fes Çavuş’un eşi) Kırk Haramiler masalı zevkle dinlenilirdi.
Masal bittiğinde, pekmezli kar helvası tahta kaşıklarla yenir, bu ikram gecenin finali olurdu. O yıllarda dostluk vardı. Muhabbet vardı. En önemlisi güven vardı. Saygıda ve sevgide kusur edilmezdi.
Kış mevsiminin sefasını sobacılar yaşardı. Çünkü yazın ürettikleri her çeşit sobaları stok eder, kışın da hazır satardı. O zamanların sobacıları ve o günkü ad ve adresleri aşağıdadır.
Abdullah Evcil: (1920) İstiklal Caddesi No:31 de,
Kâmil Evcil: (1923-1998) İstiklal Caddesi No:23 de,
Saffet Evcil: (1928-2003) İstiklal Caddesi No:8 de,
İbrahim Dıngıl: (1939-1995) İstiklal Caddesi No:18/A,
Halil Sözeri: Çayır Mh. Tahıl Sok. No:2/1,
Ömer Sırman: Bilecik Caddesi No:43/A da, faaliyet gösterirlerdi.
Sobacılar da bir tezgâh, el aletleri çekiç, ağaç tokmak, el ve kol makasları, kenetleme, kordon çekme, silindir makinaları vardı. Lehim için havya takımı ve birde seyyar mangal ocak olurdu. İş yerlerine sanayi cereyanı verildiğinde, punto kaynak ve havyalar bu enerjiyle çalışmaya başladı.
Sobalar siyah saçtan olurdu. İmal ettikleri yassı soba, dik soba, büyük soba ve kuzine sobalardı. Kuzineye maşinga da denirdi. Bunlar hem ocak hem de fırın olarak kullanılırdı. Daha sonraları taş kömürü kullanılmaya başlayınca, sac sobaların yerini demir döküm sobalar aldı. Sonrasında bunlarında kovalı olanları daha çok tercih edilmeye başladı. Diğer yandan gazlı sobalar bir ara evlerde ve ofislerde kullanıldı. Ekonomik olmadığı için pek rağbet görmedi. 1980’li yıllarda ise emaye kaplama sobalar ve diğer aksesuarlar fabrikasyon olarak üretildi.
Sonrasında kaloriferli evler, toplu konutlar çoğaldı. Doğalgaz da gelince bu işlerin tadı kaçtı. Küçük esnaf ve sanatkâr olan sobacılar da bu teknolojiye teslim olup yavaş, yavaş piyasadan çekildi.
Günümüzde bu işe Ulucami civarında Lütfü Aydın ve oğulları, Niyazi Ferik ve oğulları ile Bilecik Caddesi’nde Bayram Göy halen devam etmektedir.
Eski sobacılardan, ustaların ustası Abdullah Evcil (1920) halen 92 yaşında olup, Ulucami Mahallesi Hacı Tahir Ağa Sokak’taki evinde eşiyle birlikte yaşamaktadır. O nedenle teklifsiz görüşür, her zaman hoş sohbet ederiz. Meslekle ilgili anılarını keyifle dinlediğimde, neler anlatmadı ki:
“Bu meslek benim baba mesleğimdir. Babam Ahmet Evcil (1900-1933) burada Tenekeci ve Sobacı olarak anılırdı. Mesleğini Saçlı Derviş Usta’dan öğrenmiş. Derviş Usta’nın dükkânı da Akdümbeklerin İsmail’in olduğu yerdi (Ulucami Sokak No:12). Babam bu ustanın yanında yetiştikten sonra, annemle evlenmiş. Evimiz Ulucami Mahallesi Uzun Aralık Sokak No:15’de idi. Ben bu evde dünyaya gelmişim. Dükkânımız da Çınarlı Camii’nin batısındaki baraka dükkânlarda imiş. Burada tenekecilik ve sobacılık yapmaya başlamış. Burada çalıştığı zamanı bilirim. Daha sonra da İstiklal Caddesi’ndeki dükkânı kiralamış. Bende 6-7 yaşlarında iken babamın yanına gider gelirdim. İlkokulu Tahirağa da okudum. Öğretmenim Diliçıkık Musta Efendi, Baş Öğretmenimiz de Sait beydi. Tatillerde devamlı dükkânda olurdum. Zamanla ondan bu mesleği iyi kötü öğrendim. Sonra da ortanca kardeşim Kâmil, okul çıkışı fırsat bulduğunda dükkâna gelip, kendince o da bir şeyler yapıyordu. Babam sağlıklı, çok sakin, halim selim bir insandı. Evimizi geçindirecek kadar, kimseye muhtaç olmadan birlikte çalışırdık. 33 yaşında iken babamın ani ölümü hepimizi perişan etmişti. Arkamızda en büyük destek dayım İbrahim Ertorun (Piri Hoca) olmuştu. Annem 32 yaşında dul bir kadın. Ben 13, Kâmil 10, Saffet de 5 yaşında yetim kalmıştık. Dükkânı babamın kalfası olan Ali Kâhya’ya devredip, bende Kalaycı Halil Dıngıl’ın yanına çırak girdim. İki yıl onun yanında çalıştım. 1935 yılında Bursa’ya gidip, Tomruk Önünde iş yeri olan Tenekeci ve Sobacı Pepe Rafet’in yanında çalışmaya başladım. Dükkân komşumuz Sütçü Kara Kâzım’dı. Yenişehir’den Çardakköylü Arabacı Tahir, Kâzım Ustanın yanına arada sırada gelir, giderdi. Bir gün ona, köylerindeki mandırada tenekeleri lehimleyecek biri lazım deyince, Kazım Usta da beni tavsiye edip, bu durumu ustama anlatmış. Rafet Ustamın rızasıyla, bende 1936 yılında Burhanettin Ersöz’ün Çardak Köyü’ndeki mandırasında, aylık 20 liradan 2 ay çalışıp, içinde peynir olan 40-50 tenekenin üst kapaklarını her gün lehimlerdim. Peynirleri Yahudi ustaları yapardı. Bizim ustanın adı Şapalt idi. İmal edilen peynirleri bu köylü olan Arabacı Tahir yaylı arabasıyla Duaçınarı’ndaki buzhaneye götürürdü. Burada işim bittikten sonra İstiklal Caddesindeki 31 No.lu işyerimi kendi adıma açtım. Ortanca kardeşimde okulu bitirip birlikte çalışmaya başladık. Ertesi yıl yine Burhanettin Beyin Gökçesu Köyü’ndeki mandırasında 3 ay çalışıp, burada da her gün 40-50 teneke lehimlerdim. Bu mandırada ise peynirleri yine Yahudi olan Davit Usta yapardı. Ahmet Ersöz’de (Zogo) yaylı arabasıyla, Bursa’daki buzhaneye götürürdü. Ben 1941 askere gittim, 1943 te geldim. Kâmil de 1944 te gidip 1946 da terhis olmuştu. 1950 de ikimiz birlikte aynı gün evlenmiştik. Saffet de askere gidip 1951’de terhis olduktan sonra onu da everip, işleri de ayırdık. 1936 da satın aldığım İstiklal Caddesi’ndeki 31 No.lu dükkânda 54 yıl çalıştım. Yanımda; Demir Karasu, Şevki Ok, Hilmi Aydın, Rüştü Çakın, Kardeşim Kâmil de ise Lütfü Aydın, Ahmet Fidan; Diğer kardeşim Saffet’te de Şükrü Çakın ve Hasan Danacı çalışmıştı. Bizim dükkânda günde, öğleye kadar 25 tane, öğleden sonra da 25 tane olmak üzere 50 tane soba yapardık. Eskiden kenetleme yöntemiyle montaj yapılırdı. Punto kaynak makinesi çıktıktan sonra işler daha seri oldu. Yassı soba, dik soba, kahvehane sobası, maşinga, mangal velhasıl ne istersen yapardık. Her yere de peynir ekmek gibi satardık. Yenişehir’de yağmur oluklarını ilk önce ben yapmaya başladım. Resmi dairelerin, okulların çatı oluklarını hep ben taktım. Aynı dükkân da bir insan ömrü kadar sayılabilecek zamanda bu mesleği hep severek yaptım. Bu caddeden hangi ustalar gelip geçmedi ki!.. Hemen sayayım: “
Eski Tenekecilerden, Mustafa Müre (Fes Çavuş), Deli İsmail, Yusuf Usta, İbrahim Engür (Dehdehçi), Ali Kâhya, Muzaffer Kâhya, Mehmet Kâhya, hep bu caddenin esnaflarıydı. Bizim yetiştirdiğimiz çıraklar bile emekli oldu” diyordu.
Tenekeciler deyince ilk akla gelen Kâhya kardeşler olurdu. Çarşı Camii Müezzini Mustafa Efendi’nin çocuklarıymış. Ali Kâhya, Mehmet Kâhya ve Muzaffer Kâhya tenekecilikle geçimlerini temin edip, bu hayattan göçmüşler.
Tenekecilerin ahşaptan ufacık dükkânları olurdu. Önlerindeki ağaç kütüğü tezgâh, altlarında minder ve yastıkla desteklenmiş sekiyi de oturak olarak kullanırlardı.
Uzanacağı mesafede el aletleri, çekiç, ağaç tokmak, el ve kol makası, havya takımı, nişadır kalıbı, tuz ruhu kabı, seyyar mangal ya da gaz ocağı mutlaka bulunurdu.
Daha sonraları havyaların elektrikli olanları kullanılmaya başlamıştı. Bu mekânlarda teneke dediğimiz, kalaylı ince sac kullanılırdı. Teneke bu ustaların elinde kağıt gibi şekilden şekle girer neler yapılmazdı ki! Ambalaj
sanayii bilinmezden evvel çoğu ürün tenekelere doldurulur, muhafaza edilirdi. Örnek verecek olursak, benzin, gazyağı, motorin yağları, sıvı ve katı olan yemek yağları, (Vita Yağı) peynir, bisküvi, pekmez, bulama, erik nerdeği, kaymak kutuları, çiklet kutuları, şeker, helva kapları ve daha niceleri hep tenekeden imal edilirdi.
Bu minik dükkânlarda ise kahvecilere yedek, tepsi, cezve, semaver, berber musluğu, ev muslukları, rende, huni, süzgeç, çeşitli kaplar, metal olan bütün gereçler yapılırdı.
Tenekeci ustalarımızın o günkü mekânları ve adresleri aşağıdadır.
Mustafa Müre (Fes Çavuş): İstiklal Caddesi’nde,
Deli İsmail : İstiklal Caddesi’nde,
Yusuf Usta: İstiklal Caddesi’nde,
İbrahim Engür (Dehdehçi) : İstiklal Caddesi’nde,
Ali Kâhya: İstiklal Caddesi No: 37 de,
Mehmet Kâhya: İstiklal Caddesi No:29 da,
Muzaffer Kâhya: İstiklal Caddesi No;4 de,
Rüştü Kâhya: İstiklal Caddesi No:22/B de, çalışırlardı.
Bu meslekte çırak yetiştirmekte, gitgide zorlaşmıştı.
Nihayet babadan oğula intikal eden bu mesleği sadece Rüştü 2000 yıllara kadar götürebildi o da sağlığı nedeniyle emekli oldu. 2012 yılı içinde de vefat etti.
Bu meslekle ilgili hatıralarının da ileride bir kitap olacağını söyleyince çok merak etmişti. Şöyle diyordu:
“Babam tenekecilik mesleğini Abdullah Evcil’in babasının yanında çalışarak öğrenmiş, bende babamdan öğrendim. Bu meslekte en önemli olan şey lehimi yapmakla başlar. Lehim kalay ve kurşunun birleşmesinden yapılır. Bunun ölçüsü bir kilo kalaya, 4 kilo kurşun konulur. Yani beşte biri kalay olursa, beşte dördü kurşun olacak. Bu ölçü asla şaşmamalı. Kalay ve kurşunu potaya atar onu erittikten sonra lama demiri gibi kalıba döker lehimi böyle elde edersin. Havyayı mutlaka tavında ısıtacaksın, onu temizlemek içinde nişadıra sürersin, lehim olacak galvaniz ise lehimlenecek yeri tuz ruhuna batırılmış fırça ile temizlersin, havyanın ucunu lehime değdirdiğin an, ucunda boncuk gibi lehim kalır, temizlenmiş olan yere ileri geri havyayı sürter lehim işini tamamlarsın. Lehim olan yerin parlak olmasına dikkat etmelisin. Burada bir tek dikkat edilecek olan da; şayet tenekeyi lehim edeceksen tuz ruhunun içine birkaç parça çinko koyar öyle lehim yaparsın. Çünkü bu işlem paslanmayı geciktirir” diyordu.
Hepsini rahmetle anıyor, iyi yıllar diliyorum.
Yorumlar kapalı.